Şiddet Gören KADIN Ne Yapmalı
GÜLEL'den cevaplar
Şiddet gören değerli Kadınlarımızın aklındaki bazı soru işaretlerine
Cihan GÜLEL'in cevabı
Ne yaşarsanız yaşayın, unutmayın ki sizlerin yanındayım. Kadın hakları ile mücadele edeceğim.
KADINLAR ın Dikkat Etmesi Gerekenler
Bana vurduktan sonra çiçeklerle geliyor, affetmeli miyim? Onu şiddete benim ittiğimi söylüyor, öyle olabilir mi? Deli miyim? Pişman olduğunu söylüyor, ne yapmalıyım? Çok aşığım, ne yapmalıyım?
Şiddete uğradığınızı biliyorsunuz, kızgınsınız, ama öyle sorular var ki kafanızda, ‘acaba mı?’ diyorsunuz. Gelin, kafa karışıklığına neden olan sorulara kadınların ortak deneyimlerinden süzülen cevaplarla açıklık getirelim.
1- Bana vurduktan sonra elinde çiçeklerle geliyor, çok pişman olduğunu söylüyor, ne yapmalıyım?
Şiddet uygulayan kişi, şiddet uyguladığı dönem ile sevecen olduğu, çiçekler getirdiği, hediyeler aldığı dönem arasında gidip gelebilir. Bu davranışlar, gerçekten de kafa karıştırıcıdır, bir umut olduğuna inanmamıza, şiddet uygulayanın değişebileceğini düşünmemize neden olur. Gerçekte, şiddet uygulayan sadece manevra yapmakta, kalmamızı, ayrılma düşüncesinden vazgeçmemizi sağlamaya çalışmaktadır. Şiddet içeren bir ilişki söz konusu olduğunda erkeğin ara sıra sevecen davranması, uyguladığı şiddetin stratejik bir yönü olarak görülür.
Uzmanlar “şiddet döngüsü” adını verdikleri bu sürecin 4 aşamalı gerçekleştiğini belirtiyorlar. Birinci aşamada şiddet uygulayan kişi gerilim yaratır. Kıskançlık, davranışların kontrolü, tehdit vardır. İkinci aşamada şiddetle birlikte kadının tüm yaşamını kontrol altına alma eğilimi görülür. Saldırgan incir çekirdeğini doldurmayacak şeylerden kavga çıkarır. Duygusal ve psikolojik şiddet uygular. Üçüncü aşamada fiziksel şiddet başlar. Bu aşama daha kısa sürer, şiddetin boyutu değişebilir, hemen sonrasında şiddeti uygulayan kişi yaptıklarına bahaneler bulur. Dördüncü aşama “balayı aşaması” olarak bilinir. Bu dönemde şiddet uygulayan erkek gönül almaya çalışılır. Gerilim azalır, şiddet uygulayan affedilmeyi bekler, özür diler, durumun normale dönmesi için genellikle yapıcı bir tavır sergiler. Ta ki tekrar gerilim yaratma aşaması gelene, yani en başa dönene kadar…
2- Kendisini şiddet kullanmaya mecbur bıraktığımı söylüyor. Suçlu ben miyim?
Hayır suçlu siz değilsiniz. Haklı şiddet yoktur. Günümüzde şiddet kabul edilebilir bir sorun çözme yöntemi değildir, kanunlarda cezası olan bir suçtur. Şiddet uygulayan kişi şiddetin sorumluluğunu üstlenmez ve kendi davranışları için karşısındakini suçlar. “Ben aslında yapmazdım, sen beni zorladın” diyerek şiddet davranışını savunmaya çalışır.
Oysa şiddet, bir sorun karşısında seçilebilecek birçok yoldan sadece bir tanesidir ve çözüm olamayacağı gibi sorumluluğu da uygulayan kişiye aittir. Her ne kadar şiddet uygulayan kişi kendini kaybettiğini ve ne yaptığını bilmediğini söylese de şiddetin bilinçli bir tercih olduğu açıktır. Mesela karısını, kızını veya kardeşini döven kişiler genellikle patronlarını dövmezler. Patronlarını dövmek isteseler bile kendilerini tutabilirler, ama eşlerine, kızlarına, kardeşlerine karşı bu zorunluluğu hissetmezler. Şiddetin doruk noktasında bile kapıya polis geldiğinde, şiddeti bırakıp sakin bir şekilde kapıyı açarlar. Hatta bazı kişiler, şiddet uygularken dışarıdan en az fark edilecek ve en az iz bırakacak noktaları seçmeyi ihmal etmezler.
İşte bütün bunlardan dolayı suçlu siz değilsiniz. Hatasız olmayabilirsiniz. Kimse hatasız olmaz. Ama hatalı olsanız bile bu, şiddeti hak ettiğiniz anlamına gelmez. Hataları tartışmanın daha kabul edilebilir yolları vardır.
Şiddeti kabul etmeyin! Şiddetin sorumluluğunu kabul etmeyin!
3- Deli miyim sizce?
Hayır. Deli de değilsiniz. Kadının, kendisini suçlamaya, sorgulamaya başlaması, erkek şiddetinin en yaygın sonuçlarından biridir. Uzun zaman boyunca sürekli olarak “sen hastasın, sen delisin, bütün bunlara sen sebep oluyorsun” gibi sözleri duyduktan sonra -hele ki bunlar insanın en yakını olması gereken kişiden geliyorsa- insanın kendinden şüphe duyması çok doğaldır. Ama dikkat ederseniz, şiddet uygulayan kişi dışında size deli olduğunuzu söyleyen yoktur!
Şiddet uygulayan erkekler, toplum içinde farklı bir görüntü sergiler, ailede korkunç şeyler yapsalar bile toplumdaki saygınlıklarını korumaya çalışırlar, hatta çevreden pek çok kişi evde neler olup bittiğinin farkına bile varmaz. Bu durum gerçekten de kafa karıştırıcıdır.
4- Şiddet uyguladıktan sonra çok pişman olduğunu, kendisini engelleyemediğini söylüyor. Tedavi olursa düzelir mi?
Şiddet uygulayan erkeklerin bir kısmı aslında yaptıklarının ardından pişman olurlar. Bu pişmanlıklarında samimi de olabilirler. Ancak pişmanlık, bir sonraki şiddeti önleyen bir tavır ne yazık ki olamaz. Şiddet uygulayan kişilerin pek çoğu öfkelerini doğru noktaya yönlendirmekte ya da tepkilerini kontrol etmekte güçlük çeken kişilerdir. Bu durumun düzelebilmesi olanaksız olmamakla birlikte, oldukça zordur, sabır ve sebat ister. Değişmeyi ve bunun için uzunca bir dönem çaba harcamayı gerçekten istemek gerekir. Kaldı ki bu da yetmez. Düzenli ve uzun süreli uzman desteği almalı, şiddetin öznel nedenleri ele alınıp ortadan kaldırılabilmelidir.
5- Çok aşığım, affetmeli miyim?
Bunun cevabı kuşkusuz sizde. Ama aşk aracılığıyla yaşadığımız şiddetin mazur gösterilmeye çalışılması, aşık olunca “aklın baştan gittiğinin” söylenmesi, aşkın kendisine de haksızlık olabilir. Çünkü aşk aynı zamanda bize kendimizi iyi hissettiren, yaşama ve direnme gücü veren bir duygudur. “Şiddetin aşkın doğasında var olduğu” ise aşkın şiddetle hiç ilişkisi olmayan birçok duyguyu da içinde barındırması nedeniyle çok tartışmalıdır.
Çocukluğumuzdan itibaren aşkla ilgili birçok şey duyarız. Masalın birinde aşık olunca kurbağa prense döner, bir efsanede aşık erkek, sevgilisi için dağları deler. Bu anlatılar aracılığıyla erkekler aşkta güçlü, kadınlar edilgen gösterilir. Yaşamın kendisinde de tanık olduğumuz egemenlik ilişkilerini aşk söz konusu olduğunda anlaşılabilir bulmayı öğreniriz. Bize söylenen, aşık olan kadının, sevgilisinin her şeyine katlandığı, ona delicesine bağlandığı, onu mutlu ettiğinde kendisinin de mutlu olduğudur. Oysa kendi deneyimlerimizden de biliriz ki, kadınlar bu tür bir ilişkide ezildiklerini kısa sürede fark ederler. Bütün aşklar mutlu sonla bitmediği gibi, insan birden fazla kez de aşık olabilir.
KADINLAR DAHA KIZ ÇOCUĞU İKEN ERKEK İKTİDARI KENDİLERİNE AŞILANIYOR
Küçücük bir kız çocuğuyken, kadın olmaya daha çok yıllar varken, üstünüzdeki baskı hissedilmeye başlar. Evet, biz de bütün kız çocukları gibi oyuncak bebeklerle, fincan takımlarıyla evcilik oynayarak büyürüz. Zamanı gelince salıncakta sallanmayı, bisiklete binmeyi öğreniriz ama bazı “sakıncalı” şeyleri zamanı geldiği halde öğrenemeyiz, yapamayız, hatta konuşamayız bile. Dünyanın başka yerlerinde yaşıtımız olan kız çocukları, kız erkek ayrımı yapmadan birlikte gezebilir, birbirinin evine, doğumgünü partisine, belki de birlikte seyahate gidebilir. Ama biz, dışarıdaki “kötülerin dünyası”nda kendilerini her an her yerde koruması gereken Türk kızlarına çizilen dünya resmi hiç de iç açıcı değildir.
İtiraf edin, kaçınız ergenliğe adım atar atmaz başlayan ve başımızın etini yiyen “oturuşuna dikkat et”, “eteğini düzelt”, “bu çok kısa”, “bu şortla dışarı çıkma”, “oraya yalnız gitme”, “başka kimler gelecek?”, “içki içme!”, “geç kalma!” vs.vs. gibi laflarla bunalmadan büyümeyi başarabildi? Belki de çok çok azımız... Bu lafları yeterince işitmeyip de “başına buyruk” büyümeyi başaranlar hakkında yazılan senaryolar da nasıldı, hatırlayın... “O yolun yolcusu...” “geri dönüşü olmayan yol...” “sonra elalem ne der?!...” Ah, şu “etraf ne der, elalem ne düşünür” yok mu!?!... İnsanı kendi benliğinden uzaklaştırmaktan öte ne işe yarar elalemin benim hakkındaki düşünceleri?
Ne kadar utanç verici de olsa, kaç kere duyduk böyle lafları... ve daha pek çoklarını...
Azıcık serpildik mi, illa ki de birilerinin bizi çekip çevirmesi, koruyup gözetmesi gerektiği hissi üstümüze çullanır ve bizi ömür boyu rahat bırakmaz. Bunun farkına varıp da biraz olsun silkinebilmeyi başarmış olanlar da belki de sırf bu yüzden (çoğunlukla) kendini yurtdışında buluverir. Ne de olsa biraz daha “özgür” kadınların arasında daha güvende hisseder kendini insan. Kadının özgür olması, aslında toplumun da özgürlüğünün kanıtı değil midir?
Türkiye'de kadınlar, Fransız ve İtalyan kadınlardan 16 yıl, Yunanlılardan 26 yıl önce, 1930'da Belediye seçimlerine katılma, 1934de de milletvekili seçme ve seçilme hakkına kavuşmuş. Türk kadını pek çok “medeni” ülkeden daha erken, toplumda kendini temsil etme hakkına sahip olmuş da ne olmuş? Acaba memleketimde hala kızların kaçta kaçı okula gidebiliyor, okuyup yazıyor, haberleri dinleyip olup bitenleri anlayabiliyor, fikrini söyleyip savunabiliyor? Söylemeye kalktığında kaç tanesi; “patlatırsın bir tane oturur aşağıya” duvarına tosluyor? Türk kadını, kendisine teslim edilmiş medeni hakları kime, nasıl, ne zaman kaptırmış?
Memleketimde kadın, izin verilince konuşan; kocası salarsa gezmeye gidebilen, çıktıysa da geceyarısı olmadan Sinderella gibi koşar adım eve dönmesi gereken; kendini örtmesi/saklaması, davranışlarını hep tartması gereken; mümkünse ortalıkta pek görünmemesi, elinin hamuruyla hiçbir şeye karışmaması, fikirlerini kendine saklaması beklenen; sesi sedası çıkmayan; evdeki hakimiyeti nikah masasının altında damadın ayağına basmaktan ibaret olan; erkeğe hizmet etmek için dünyaya geldiğine inanılan bir canlı türüdür sanki. Deyimler bile aşağılar onu; “eksik etek”tir, “saçı uzun aklı kısa”dır kadın. Hem erkeğine hizmette kusur etmeyip saçını süpürge edecek hem de bakımlı olacak ama zekası ve aklı güzelliğinin önüne geçmeyecek. Fazla konuşmaya, hakkını aramaya, hele ki zekasıyla dikkatleri üstüne çekmeye de kalkmayacak “kadın dediğin”. Ona bakarsan, dikkat çekecek derecede fazla güzellik bile başa bela değilse nedir bu diyarlarda?
Güzelsin diye kendine (fazla) güvenmeyeceksin bu ülkede. Başına neler gelebileceğini asla bilemezsin. Kendine fazlasıyla güvenip Monica Bellucci gibi göğsünü gere gere yürüdüğünde köyün bütün erkekleri sana baktıysa, suç sende olur; sonradan şikayet etmeye hakkın bile olmaz. Hatta zararlı çıkan sen olursun. Mağdur da olsan, 15 yaşında da olsan önce “neden direnmedin?” diye yarana tuz basarlar; sonra da “o arandı” deyip bir anda aklanıverir karşındaki 15 kişi de olsa, 25 kişi de...
Çünkü “senin dikkat çekmemen, kıçını başını sallamaman, usturuplu oturup kalkman; kendi 'iyiliğin için'...” diye öğretilir kız çocuğuna, yıllar boyu... “Kuyruk sallayan dişi köpek” olmaktan kaçınması öğütlenip, yoksa başına neler gelebileceğiyle gözü korkutulmaz mı hep, aldığı “terbiye” kapsamında?
Burada oldukça ters giden bir şeyler yok mu? Kızlarımıza neler söylüyoruz? Nelerle hayatlarını karartıyoruz onların? Hayata, dünyaya, karşı cinse bakışlarını nasıl şekillendiriyoruz ister istemez?
Kadın, doğası gereği erkekle bir değildir. Kadının gücü de kuvveti de erkeğinkiyle eşit değildir. Çünkü kadın daha narindir, daha kırılgandır, daha insaflıdır, daha duygusaldır. Bileğinin gücü erkeğinkine yetmez diye; bu durum erkeğin sözle, lafla, tekmeyle, tokatla, dayakla, zorlamayla kadının üzerinde hakimiyet kurma hakkına sahip olduğunu da göstermez. Fakat her şeye rağmen yine de kadının üzerinde kurulan bu hakimiyet, kutsal bir emanet gibi erkekten erkeğe, nesilden nesile ve hatta babadan kocaya aktarılmakta ve kadınlar da bunu nesiller boyu daha fazla tavizler vererek kabullenmektedirler.
Evlenince, eskiden giyebildiklerini bile giyemez olan kadının -eskiden babasının koruduğu- namusunu; bikini giydirmeyerek, mini eteği/şortu yasaklayarak mı koruyacağını sanmaktadır kocası? Elalemin kem gözlerinden sakınmaktan çok, kendinden mi biliyordur acaba o art niyetli bakışları? Bikini, mini, dekolte, açık yaka mıdır kadının elden gitmesine sebep? Kadında öyle bir şey olmalı ki babasından kocasına nikahla teslim edilen bir aile yadigarı, mübarek! Herkesten korunması gereken bir mücevher gibidir ki herkes ama herkes onu elde etmek ister diye bir kız çocuğu kendini bilecek yaşa gelir gelmez başlar telkin, tembihler, ikazlar. “Aman kızım, dikkat et kızım, giyme, yapma, gitme...” diye diye hep olumsuz eylemlerle dişi beyni tıka basa doldurulur. Böyle bir kültürün içine doğan kız çocuğu da, gerçekten kendini karşı cinsten koruması gerektiğine inanır. Bu öyle bir baskıdır ki kolay kolay kalkamaz üstündeki koca taşın altından. Evlenmeden cinsellik yaşamak o kadar tabudur ki evlendikten sonra bile gönlünce veremez, bırakamaz kendini... zevk almış görünmekten bile utanır, sakınır. Ne de olsa, zevki “verecek”, memnun edecek taraf olması beklenir, zevk alacak değil. Utanır. Kendi kocasından bile... Utanır, sıkılır, kasılır. Al sana binbir çeşit cinsel sorun... cinsel hayattaki sorun, evlilikteki sorun olur. İki seçenek kalır: ya bu bu diyardan gideceksin. Sonu ayrılığa varan ilişkilerde, hiç de az olmayan ve hazin sonla biten evliliklerde; kim kimi neye karşı koruyabilmiş? Kim mutlu olmuş? Kim mutsuz? Hayattan böyle bir tokat yiyen kadının silkinip kendine gelmesi, hayatında gerçekten kendisi için ne istediğini anlaması yıllar alabilir, bazen de bir ömür.
Daha çocuk yaştan, hep başka birileri onun “iyiliği için” onun adına karar vermektedir. Evlenmeden önce babasının karıştığı işler için, evlendikten sonra da “kocam ne der?” diye düşünür kadın. Attığı her adımda kocadan yalnız fikrini değil, bir de izin almak, doğallaşır. Kocası onaylamazsa yapmaz, giymez, gitmez; kabullenir. Ne de olsa kocasıdır... “hakkıdır”. Peki, bir gün şöyle durup da düşünür mü hiç: bu hakkı kocaya kim verir?
Genç kızlığı boyunca bikini giyiyorken, evlenince kocadan “izin çıkmıyor” diye kabullenen kadının hiç mi suçu yoktur, sizce? Her kadının kendince sebepleri vardır: bu ister kocasını kızdırmamak ister elinden kaçırmamak olsun, yalnız ve yalnız “kocası öyle istiyor” diye kendi heveslerini ikinci plana atma pahasına, eskiden yaptıklarını yapmamayı, giydiklerini giymemeyi kabullenmek kime iyiliktir?? Özenip de giyemediği bikini; imrenip de gidemediği seyahat yüreğine kor gibi oturur da izin vermeyen kocaya öfke, nefret, kin ve bıkkınlık olarak yıllarca birikir yüreğinde. Birikir... birikir...
Arkadaş toplantılarında diğer kaderdaşlarıyla dertleşme konusu olur, kocasıyla da hır gür ve kavgaya sebep. İşte o zaman idrak eder ki dizginleri tümüyle erkeğin eline vermekle de mutluluk garanti edilemez....
O zaman, 3 adım önde giden geri kafalı adam kadar 3 adım gerisinde gitmeyi kabullenen ve 2. sınıf insanlığı sineye çeken kadın da suçlu değil midir?
Biz kadınlardan, yapmamız beklenenler beynimize öyle bir kodlanmıştır ki çoğu kadın bunları hiç mi hiç sorgulamadan kabullenir. Kadına sorsan “anam da böyleydi” der “onun anası da... Böyle gördük, böyle gider.”
Böyle gitmemeli...
Bu bize biçilmiş tek fistan değil. Bu böyle geldi diye böyle gitmemeli...
ve buna önce kadınlar inanmalı!
Bir düşünün; erkeğe bu kadar “üstünlük” taslama hakkını tanıyan da yine biz değil miyiz? Erkeklerin hayatının her aşamasında var olan biz kadınlar; eş olarak, anaları olarak. Bir erkeğin annesi olmak ne kadar büyük sorumlulukmuş meğer. İleride o erkeğin kadınlara karşı tutumunu belirlemesinde ne kadar da önemli bir role sahipmiş, “erkeğin hayatındaki o ilk kadın”.
Erkeklerin kadını herkesten koruması gereken bir mal gibi görmesi yerine, bütün doğası ve duygularıyla birlikte “karşı cinsiyettten” bir insan olarak görebilmesini öğretebilmek; aynı şekilde kız çocuklarına da “erkek” dediğinin yalnızca kendisini ondan koruyup sakınması gereken bir güçlü taraf olarak değil de, bu hayatta güzel beraberlikleri paylaşabileceği “karşı cins” olduğunu idrak ettirebilmek ne kadar da önemlidir. Ne yazıktır ki bizim kültürümüz, “karşı cins”le ilgili her şeyi nasıl da bastırıp örtbas eder. Cinsellik neredeyse sandığa kitleyip anahtarı ancak evlendikten sonra verilen gizli saklı bir kitaptır.
Kadın için erkeğin, ilk kez zifaf gecesi görülecek bir tabu olmadığı, erkek için de kadının, hep bir gizem perdesi ardında, ona sahip olmakla kazanılacak bir ödül olmadığı ne zaman öğretilecek? İnsani hakları eşit olan Kadın ile Erkeğin, fiziksel olarak apayrı yaratıldığı ayrıntılarıyla öğretilmeli artık. Düşünün ki bir kadın için doğurmak kadar doğal olan regl olmak bile neden erkeğin yanında konuşulmasından utanılacak bir konu olsun? Bir kadın hayatında bir(kaç) kere doğurabilir ama regl olmak onun hayatının kaçınılmaz bir parçası olarak yıllar boyunca her ay başına gelecek biyolojik bir olaydan öte nedir? Buna rağmen, çoğu kadın işyerindeki erkeklerin yanında ancak fısıldayarak söyleyebiliyor ve pedini köşe bucak saklıyorsa, burada utanılması gereken şey kadının adet görüyor olması değil de onu bundan utanmaya zorlayan baskıdan başka nedir?
Regl olmak bile bir kadının doğurganlığı üzerinden cinselliğini çağrıştırıyorsa bu da olsa olsa sapıkça bir düşüncenin eseridir. Diyeceksiniz ki “sokakta dolaşan hamile bir kadından, bir başkasının sürdüğü rujun kırmızısından, ötekinin eteğinin boyundan tahrik olacak kadar kötü niyetli bir iktidarın olduğu toplumda bu hiç de kolay değil!!”
Haklısınız, hiç mi hiç kolay değil! Kolay kolay değişmez kemikleşmiş fikirler... ana birilerinin eline çekici alıp kadının çevresine örülen bu duvarı yıkmaya başlamasının vakti gelmedi mi artık? Bir yerlerden başlamak lazım .
Geleceğin kadınları olan kızlarımıza, kendi hakkını savunmayı öğretmeli analar; oğullarına da kadına saygı gösterip değer vermeyi; malıymış gibi, ona kızın babasından emanet edilmiş korunası, saklanası bir ziynetmiş gibi davranmamayı öğretmeli. Kadının giydiğine, sürdüğü rujun rengine, eteğinin boyuna kafa yormamalı, dünyada düşünülecek başka binbir tane dert varken.
Kadın da “ben buyum” diyebilmeli!
“Beni böyle tanıyıp sevmedin mi? Makyajlıydım. Mini etekli, şortlu, belki de bikinili... Kırmızı rujum ya da şen kahkaham seni cezbetti diye, başka bir erkeğin de gönlünü çeler sanıyorsan eğer, bu kendine olduğu kadar bana da güvensizliğinden... Düşün, ben seni istiyorsam, niye yapayım bunu?” diyebilmeli bir kadın.
Hayat onu zorladığında, bir erkeğe sığınmanın yegane seçeneği olduğunu da düşünmemeli. Sırf bu yüzden okutulmalı, eğitilmeli, meslek sahibi olmalı, evinin dışında da çalışmalı kadın. Çalışan kadının evde parası kadar konuşacağından korkmamalı erkek de. Neden çalışan kadının başka şeyleri eksik yaptığı düşüncesi erkeğin içini kemirsin ki?! Kadın çalıştığı için –kendi işini yapmayıp başkasına yaptırıyormuş gibi – çocuğun kreş parasını ödemesi neden anneden beklenir ki?
Hayatı paylaşmak öğretilmeli, erkeğe de kadına da. Hayatı paylaşırken de birbirini anlamak, anlamaya çalışmak.
Kadının erkeğin yanında reglsinden söz etmesinin “nezle oldum” demek gibi olduğu; erkeğin de cinsel tecrübelerini maç skorlarından söz edermiş gibi kendine güç kanıtlama unsuru olarak görmediği zaman, biz kadınlar daha rahat, başımız dik yürüyebileceğiz, dolmuşa binip gezebileceğiz ve bu ülkede bir kadın olmayı “şanssızlık” olarak görmeyeceğiz.